Acılaşmış Duygu Posası

Çok değil, beş ay önce bir mektup yazdım. Duygu yoğunluğundan mayalı hamur gibi kabarmış, durdukça sabah kahvaltısından kalma çay gibi acımış, tuhaf bir mektuptu yazdığım. Duygular hamur gibi kabardıkça taşıyor, bekledikçe çay gibi acılaşıyor ya zamanla, nereye kadar kabaracaktı, acılaştı işte…
Aynı mektubu, beyaz sayfalardaki siyah dolma kalem yazısıyla ve uzun, havalı diplomat zarflarıyla sahiplerine ulaştırdım. Eskiden kalma alışkanlıkların saygılı ifadesi pek güzel göründü gözüme. Oysa kurşun kalemle defterlerimize yazdıklarımızı, ev ahalisinden köşe bucak sakladıklarımızı bile şimdilerde klavye tuşlarına basarak sanal blog sayfalarına yazıyoruz.Üstelik bunu “blog” kelimesinin kendimiz adına zerrece saygı taşımışlığı yokken bile yapıyoruz. Üstelik adını sanınını bilmediğimiz binlerce kişinin gözü önünde yapıyoruz.
Üstelik biz kelimelere neler yapıyoruz.
Mektubum iki yanlış kişiye, geç kaldığımdan ve yanlışlıklara gark olup değerini yitirdiğinden iki doğru kişiye hiç ulaşmadı, ulaşmayacak. O kadar acıdı ve tatsızlaştı ki buraya döküyorum. Sahiplerinden başkasına ulaşmasın isterken şimdi onları bembeyaz sayfalardan çıkarıp buraya döküyorum. Şimdi hem kendimden intikam alıyor, hem de mektubumun hissiyatının asıl sahiplerinden özür diliyorum, çünkü döküyorum.
Bazılarınızın isimlerini aynı satırlarda yanlış insanlarla andığım mektubumu, burada deşifre ederek geçersiz kılıyorum. O sizlere ait olmalıydı, şimdi özel değil, şimdi herkesin olabilir.
Şimdi o acılaşmış duygu posasını çöpe döküyorum.
Özür dilerim, bekletmeden içip bitiremediğim için…

Yorumlar