"Klasik" Duruş

Klasik romanların eskisi kadar ilgi görmediğini yakın zamanlarda iyice idrak ettim. İki üç gün önce uğradığım bir kitap evinde tavsiye isteyen iki liseli genç kıza bir klasik önerme gafletinde bulunmuştum ki, kızların da kitapçının tuhaf bakışları üzerine sözümü geri almak zorunda kaldım. Nitekim benim tavsiyemin yanından dahi geçmeyecek bir kitap alıp çıktılar.
Her neyse, aslında başka bir şey de önerebilirdim belki ama yaz dönemini klasiklerle ya da onlara dokunan kitaplarla geçirmiş olmam bu konuda etkili olmuş olabilir. Ruslar, İngilizler ve Amerikalılar beni bu yaz epey meşgul ettiler.
Lise döneminde Gerorge Orwell’ın sosyalist romancılığı Lenin’e ve sosyalist düzene sempatimi haklı olarak arttırmıştı. Aynı dönemin diğer yüzüne değinen başka romanlar sempatiyi bir yana bırakıp empati kurmamı sağladığı için ve artık bir yerlere tutunma yaşlarımı aştığım için bu meseleye çok daha farklı bir gözle bakabiliyorum. Belki bu empatiyi sağlama açısından faydalı olacak bir iki kitaptan söz edeceğim. Ama edebi anlamda tatmin edici olmayabileceklerini ekleyim.
İngiliz yazar, Colin Falconer’in sıkı bir araştırma sonucu yazdığı Prenses Anastasia, Rusya’da son dönemin en büyük hanedanı olma unvanını sürdürürken malum sebeplerden katledilen Romanov’ların hayatta kaldığı rivayet edilen en küçük kızlarını anlatıyor ama edebi ve inandırıcı olmaktan çok uzakta kalıyordu. Belki bunda en büyük etken Falconer’ ın bir macera romanı yazarı olmasıydı. Zaten katliam sahnelerinin bütün maceraperestliğine rağmen Falconer, Orwell’ın hitabetinden o kadar uzaktaydı ki Romanovların yanında durmam epey zor oldu.
Ama Anatole Litvak’ın 1956 yapımı Ingrid Bergman ve Yull Brynner’lı filmi “Anastasia” nın romandan daha kurmaca olsa da, çok daha memnun edici olduğu kesin.
Daha sonra başka bir hanedanlığın, Belgorodski’lerin çöküşünü anlattığı “Bir Avuç İnsan” romanıyla, Anne Wiazemsky’le tanıştım. Fransız Akademi’sinin Büyük Roman ödülünü alan yapıtın Falconer’ınkinden fazla olarak tek artısı da, macera romanı diline bulaşmamış olmasıydı.
Dediğim gibi edebi anlamda çok tatmin edici olmasalar da güzel birer deneyim oldular. Aslında yazmaya başlarken klasikler konusunda değinmek istediğim başka bir kitap vardı.
Amerikalı yazar Diane Setterfield’ın ilk ve tek romanı olan “On Üçüncü Hikaye”...
On Üçüncü Hikaye, bir çok satanlar ve altın kitaplar romanı. Sırf bu yüzden ön yargıyla aylarca kitaplığımda bekleyen romanı yazın nasıl olduysa okudum.
Önyargı gerçekten kötü bir şey.
Setterfield Hanım gerçekten de muazzam bir İngiliz Edebiyatı hayranı ve tek kitabını özellikle bu edebiyatın kadın yazarlarına itaafen yazdığını her satırda hissettiriyor. Her cümlesiyle, olay örgüsünün her ayrıntısıyla bizi o muhteşem yazarlarla yüz yüze bırakıyor. Eğer kendilerinin sıkı takipçileriyseniz, kitabın hangi köşesinde hangi İngiliz hanımefendisiyle karşılaşacağınızı anlamanız bile mümkün.
Bronté kardeşler ve Jane Austen sevenleri bana yaptığı gibi bir zamanlar okudukları klasiklerin sayfalarını tekrar karıştırmalarına neden olacak ve sıkmadan, keyifle okunacak hoş bir roman, ben kendi adıma özellikle bayanlara öneriyorum.
İnsan klasikleri özlemese bile onların duruş ve haletlerini her zaman özlüyor. Ne anlatmış, ne tarafta durmuş olursalar olsun…

Yorumlar

Merhabalar;

13 kişi tarafından kurulmuş olan edebiyat kulübümüzün ilk sunum kitabıydı 13. Hikaye...Birbirini Yeni yeni tanımaya başlamış 13 kişi için iyi bir başlangıç olacağı düşünülmüştü. Sunumu yapan arkadaşımız ve kulüp fikrinin yaratıcısı Ayşe'nin o gece yaptığı sunum okuma alışkanlığımı yeniden gözden geçirmeme de neden olmuştu.

İlginizi çekerse sunum ve diğer detaylar blogumuzda yer alıyor: www.ayseninkitapkulubu.blogspot.com

Ziyaret ederseniz çok seviniriz.

Sevgiler
Ayşenin Kitap Kulubunden
Billur