Çıt Çıt, Pıfıt Pıfıt...

Canı sıkılınca hep bu parka gelirdi Solmaz. Güvercin yemi satan kadının yanına oturur, güvercinlere bakardı. Denize bakardı, gelip geçenlere bakardı, etraftaki binalara bakardı. Boş boş baktığı da olurdu bazen. Bu gün mü? Bu gün sadece güvercin yemi satan kadına bakıyordu.Çıt, çıt çıt, pıfıt, pıfıt, çıt çıt, pıfıt...Kadın ay çekirdeği çitliyordu.Çıt çıt, pıfıt, pıfıt…Tam bir saattir burada birlikte oturuyorlardı. Daha tek bir kişi bile yem almamıştı. Hava da buz gibiydi. Kadınınsa hiçbir şeyi umursadığı yoktu. İfadesiz gözlerle, yalnızca çekirdek çitliyordu.Solmaz’ın sinirleri bozuldu. Kadının üstünden gözlerini bir türlü alamıyordu. Kalkıp gitmek istedi ama kadının umarsız hali garip bir şekilde gitmesine engel oluyordu. Ne zaman kesecek şunu, diye merak ediyordu. Ne zaman kesecek…Çıt, çıt pıfıt…Uzun boylu, siyah pardösülü yaşlı bir adam yaklaştı onlara doğru. Bir şey söyleyeceği gözlerinden belliydi. Solmaz istifini bozmadı. Bir şey konuşulması gerekecekse kadın konuşsun istiyordu. O zaman çekirdek çitlemeyi bırakırdı belki de,Solmaz da kalkıp giderdi.Adam yaklaştı, önce sorgu dolu gözlerle Solmaz’a baktı, sonra vazgeçti, kadına döndü:
“Kızım ben hastaneye gidecektim de bilemedim yolu. Bir gösteren olsa…”
Solmaz heyecanla bekliyordu.
“Pıfıt, şuradan hastane minibüsleri geçiyor, onlara bineceksin amca. Çıt, çıt… Aha şuradan, pıfıt.”
“Sağol kızım.”
Bu kadar da olmazdı ama bu kadarını gerçekten beklemiyordu. Hemen bir şeyler yapmalıydı. Dönüp yoluna giden yaşlı adamı seslenerek durdurdu. Orada kalıp konuşsun istiyordu. Kadın çekirdek çitlemeyi bıraksın istiyordu, çok istiyordu.
“Nerden geliyorsun amca?”
“Bilemem ki kızım şuradan bir yerden. Burada oğlan var benim onun yanına geldim, kendim Maraş’ta otururum.”
Ne yazık ki adamın orada durup laflamaya hiç niyeti yoktu. Solmaz’ın yapmacık gülümsemesine başını eğerek karşılık verdi ve yoluna gitti. Kadınsa Solmaz’ı yeni fark etmiş gibi elindeki çekirdek poşetini uzattı.
“Yer misin?”
Yer misinmiş. Solmaz kızdı. Öyle öfkelendi ki hışımla ayağa kalktı. Artık gidebilirdi. Kadın çekirdek yemeyi bırakmıştı, o an için bırakmıştı işte. Ama ne için, kendi umarsızlığına onu da ortak etmek için. Bundan daha sinir bozucu bir şey olamazdı.
“İstemez.” dedi. ”Sağol.”
Kadın arkasından ”Dövseydin,” diye seslendi. Çıt, pıfıt… Solmaz nereye gittiğini bilmeden yürümeye başladı. Yarım saat amaçsızca yürüdü. Nihayet durduğunda önüne kadar geldiği süper markete girmeye karar vermişti. Evde eksik bir şeyler vardı, biraz alışveriş yapsa iyi olacaktı. Marketin ismine baktı. Burayı daha önce fark etmediğine şaşırdı.
“Kubilay Gıda A.Ş.”
Biraz domates aldı. Beyaz peynir, bulaşık deterjanı, diş macunu birkaç da gereksiz ıvır zıvır… Alış verişini bitirip kasalara yöneldi. Bütün kasalar kalabalıktı. Eli mahkûm birindeki kuyruğa girdi. Önünde şişman orta yaşlı bir adam duruyordu. Alış veriş arabası abur cubur doluydu.Az sonra arkasına cep telefonuyla konuşan genç bir kız geldi. Elinde küçük bir alış veriş sepeti vardı sadece. Solmaz kızın konuşmasına kulak kabarttı.
“Nolur birazcık beni dinlesen.” diyordu kız yalvaran bir sesle.
”Bak söz veriyorum bir kahve içip gideceğim. Bir fincan kahve istiyorum başka bir şey değil. Sonra ne yaparsan yap, yeter ki beni biraz dinle…”
Solmaz içten içe gülümsedi. O bir fincan kahve hiç bitmeyecek, diye düşündü. Fincanın içinde soğuyup kalacak.Şişman adamın abur cuburları kasayı hala meşgul ediyordu.Güç bela marketten çıkmayı başardı. Eve doğru yürümeye başladı. Yapacak bir şey yoktu. Eninde sonunda gideceği tek yer eviydi. Dalgın dalgın yürürken birdenbire karşısına çıkan küçük oğlanın sesiyle irkildi.
“Abla abla, mendil alsana abla…”
Cevap vermedi, durmadan yürüdü. Küçük çocuk ısrarcıydı.
“Nolur abla bi mendil alsan. Lazım olur, burnun akar, gözün ağlar.”
Gözün mü ağlar? Solmaz gülerek durdu, gözün ağlar da ne demekti? Küçük çocuk güzel kara gözlerini kocaman açmış ona bakıyordu.
“Verim mi bi tane abla?”
Solmaz ”Ver hadi ver.” dedi.”
"Adın ne senin?”
Çocuk duraksadı, sahi adı neydi onun? Solmaz’ın elindeki poşetlere baktı.
“Kubilay.” deyiverdi sonra. Solmaz cebindeki bozuk paraları çocuğa verdi, karmakarışık saçlarını okşadı. Çocuk, “Sağol abla.” dedi gülerek. Sonra bir hızla, gözden kayboldu. Solmaz eve vardığında kapısının önünde birinin oturduğunu fark etti. Uzun boylu siyah pardösülü orta yaşlı bir adamdı bu. Adam Solmaz’ın geldiğini görmüştü ama hiç istifini bozmadı. Kara gözlerini açmış öylece ona bakıyordu. Solmaz da ona baktı. Kimdi ki bu? Tanıdık birine benziyordu. Yo, tanıdık değildi, tanımıyordu. Adam önce elerini silkeledi, sonra gözlerini Solmaz’dan ayırmadan elini cebine soktu. Bir avuç ay çekirdeği çıkardı ve çitlemeye başladı.
“Çıt, çıt, çıt pıfıt pıfıt…”
Tedirgin adımlarla adama doğru yaklaştı.
“Buyurun, kime bakmıştınız?”
“Solmaz…”
“Benim.”
“Seni arıyordum ben de. Çıt çıt, pıfıt…”
Adam çekirdekleri cebine geri koydu. Solmaz şaşkındı.
“Beni mi arıyordunuz?”
Adam gülümseyerek, “Kimi arayacağım başka.” dedi. “Sıkıldım seni beklerken, şuraya bak her yeri çekirdek kabuğu yapmışım. Temizlerim hemen.”
“Bırakın şimdi kabukları. Sizi tanımıyorum, kimsiniz?”
Adam hayretle “Hadi oradan.” dedi. ”Nasıl tanımazsın?”
“Tanımıyorum işte.”
Adam Solmaz’dan daha şaşkın görünüyordu.
“Bu gün karşılaştık ya, sen çağırdın beni.”
Solmaz adamın kaçık olduğunu düşünmeye başladı. Ya da kendi aklını kaçırmak üzereydi.
“Nerde karşılaştık, ben hatırlamıyorum. Hem ben kimseyi çağırmadım.”
“Canım sen de, aşk olsun.”
“Beyefendi sizi tanımıyorum.”
“Madem öyle, biz de bir daha tanışırız.”
Böyle söyledi ve sustu, tanışmak için hiçbir harekette bulunmadı. Öylece bakıyordu. Solmaz çıkıştı.
“Eee, isminiz ne o zaman?”
Adam duraksadı, dağınık saçlarını karıştırdı. Sonra uzun parmaklı kemikli elini uzattı.
“Kubilay.”
Adamın elini karşılamadı. Bu gün bu ismi ne kadar çok duymuştu. Şaka mıydı bu?
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu sertçe.
“Bir fincan kahve içip gideceğim.”
Solmaz yürüdü cebinden anahtarlarını çıkardı.
“Hala sizi tanımıyorum.”
“Yapma Solmaz. Olmuyor ama bir kahve içip gideceğim işte.”
“Hey Allah’ım çattık ya. Nerden tanıyorsunuz beni anlamadım ki? Nasıl karşılaştık, ne zaman karşılaştık, nasıl çağırdım sizi? Ben niye hatırlamıyorum.”
“Kırıyorsun beni. Bak giderim ama.”
“Git.”
“Hoşça kal öyleyse.”
Solmaz afallamış haldeydi. Adama baktı. Cidden kırılmış görünüyordu. Üstüne bir de döndü sırtını gitti. Solmazı bir merak aldı. Ne yapsaydı ki? İçeri alsa mıydı? Zarar verecek birine benzemiyordu. En fazla akıllara zarardı. Karşılaşmışlar mıydı gerçekten?Koştu, sokağın başına varmadan yetişti adama.
“Kubilay.” diye seslendi. ”Gel hadi. Bir fincan kahve içip gideceksin ama.”
Kubilay kırgın gözlerle gülümseyerek geri döndü.
“Tamam, söz.”
Birlikte ağır adımlarla sessizce eve döndüler. Hava kararmak üzereydi. Solmaz ışığı açtı.
“Ben şu poşetleri mutfağa koyayım, sen içeri geç.”
“Ben de yardım edeyim. Kahveyi yapayım istersen.”
Solmaz itiraz etmedi. Bu adam bir şeyler yapmıştı ona. Hoşlanmıştı ondan. Kendine kızıyordu. Tanımadığı etmediği birini eve nasıl almıştı, nasıl güvenmişti, tanıyor gibiydi de. Karşılaşmışlardı gerçekten belki, hatırlamıyordu. Hay Allah nasıl hatırlamazdı.Kubilay pardösüsünü çıkardı. Mutfağa geldi. Solmaz aldıklarını yerleştirirken o, kahve kavanozunu, şekeri, fincanı, cezveyi eliyle koymuş gibi buldu. Sessizce kahve hazırlamaya koyuldu. Solmaz ne söyleyeceğini bilmez bir halde durmuş öylece adama bakıyordu. Bir şey sorsa cevap verecekti, sormuyordu da. Ne garip adamdı bu. Serserinin teki miydi yoksa. Eli yüzü düzgündü, hatta güzeldi de. Üstü başı da şık sayılırdı. Serseri değildi belli. Hepsi bir yana nereden biliyordu her şeyin yerini? Nasıl kahve sevdiğini? Aklını kaçırdıydı, sonunda bu da olduydu. Belliydi zaten.
“Hay Allah, bak gördün mü taşırdım kahveyi.”diye söylendi Kubilay.
Solmaz atıldı. “Önemli değil, ben de taşırırım hep. Hadi sen içeri geç. Ben kahveleri getiririm.”
Kubilay salona gitti. Solmaz kahveleri getirdiğinde o, çalışma masasının üstündeki daktiloya bakıyordu. Bir iki tuşa bastı. Masanın üstündeki kâğıtları karıştırdı.
“Artık yazmıyor musun?” diye sordu.
“Pek yazamıyorum, galiba yazacak bir şeyim kalmadı.”
“Kitaplarını okudum. Güzel yazıyorsun ama kahramanların çok konuşuyor, kafamı şişiriyorlar.”
Solmaz güldü. “Az konuşan kahramanlar bulmam gerek biliyorum, ama bulamıyorum işte şu günlerde.”
“Başkaların kafası şişmiyordur belki.”
“Artık öyle değil, şişiyor. İnsanlar yazdıklarımı okumak istemiyor.”
“Bence sen yazmak istemiyorsun. İnsanlara bahane bulma, yazarsın sen.”
Ne bilirsin ki sen, diye içinden söylendi Solmaz. Kubilay anladı sanki düşündüklerini, gözleri gücenmiş duruyordu üstünde. Fincanını alıp Solmaz’ın köşesinde oturduğu kanepenin, ona uzak diğer köşesine oturdu.
“Boşver, sonunda bulurum elbet bir şeyler. Sen ne yapıyorsun?”
“Aynı.”
“Nasıl aynı? Ne iş yaparsın diye sordum. Bilmiyorum ki ne yaptığını.”
“Aynı işte güvercin satıyorum.”
“İlginç bir iş…”
“Aslında… Ben hep ne olmak isterdim biliyor musun?”
“Ne?”
“Adı olan bir şey… Doktor, öğretmen, yazar. Adı olan bir şey işte, fark etmez.”
“Bir işin var ama…”
“Ne iş ama? Güvercin satıyorum. Güvercin satıcısıyım ya da güvercin pazarlamacısı, ya da güvercin üreten bok pazarlamacısı. Siktir. Ada bak. Kadın pazarlasan pezevenk derler. Onun bile adı var. Pezevengim dersin olur biter.”
“Niye?”
“Neye niye? Niye mi güvercin sattığımı soruyorsun, niye adı olan bir şey olmak istediği mi?”
“Niye buna içerledin bu kadar?”
“Bilmem, bu sabah on tanesi öldü. Hiç anlamıyorum dillerinden.”
“Aynı dertten muzdaripiz desene. Sen güvercinleri anlamıyorsun, ben insanları.”
“Hadi oradan, bal gibi anlıyorsun sen.”
“Yazdıklarımdan yola çıkarak böyle diyorsan… Zaten ben uyduruyorum yazdığım insanları.”
“Yok, ben seni iyi tanıyorum.”
Solmaz bir kahkaha attı. “Şimdi sana hadi oradan asıl.” dedi.”Nerden tanıyorsun sen beni Allah aşkına?”
Kubilay düşünceli gülümsedi, bir şey söylemedi. Solmaz bu sessizliğe manalar aradı, olmadı. Üstelemedi, sessizlikte kahve höpürtüleri çarptı duvarlara. Sonra Solmaz konuştu.
“Sen de bana tanıdık geliyorsun aslında bir yerlerden. Daha önce karşılaşmış olabilir miyiz acaba?”
“Çok, çok karşılaştık. O kadar çok ki…”
“Nerde?”
“Orda, burada…”
“Neden hiç konuşmadık peki?”
“Sen benimle konuşmadın. Beni hep görmezlikten geldin. Ama bu gün gördün işte.”
“Öyle mi yaptım?”
Kubilay kahvesinden bir yudum daha aldı. Yüzünde, kendince uydurduğu fantastik hikâyeye inanmayan annesine kırılmış küçük bir çocuğun ifadesi vardı. Solmaz’ın durumu da küçük oğlunun şaşırtıcı hayal gücünü hayretle karşılayan bir anneninkinden farksızdı.
“Delisin sen Kubilay.” dedi birden.
Kubilay etrafı incelemekle meşguldü.
“Deli sensin.” dedi şaşkınlıkla. “Bu gün o kadına nasıl çıkıştın öyle.”
“Çekirdek yiyene mi?”
Kubilay güldü. “Hı, ona. Çekirdek yiyor diye bi de. Kimmiş deli? Deli sensin.”
“Aman o da. Sabahın ayazında oturmuş oraya. Sanki o kör vakitte biri gelip yem alacak. Bir de nasıl gamsız çekirdek yiyor bir görsen…”
Solmaz cümlesini bitirmeden gülmeye başladı. Söyledikleri kulağına çok saçma geliyordu. Yem satan kadına bu kadar takılmış olmasına bir anlam veremedi.
Kubilay “Sanane.” dedi gülerek.
Solmaz bunun üstüne bir kahkaha koyverdi. Kubilay da gülmeye başladı. Kahkahalarla güldüler kendi hallerine uzun uzun. Sonra sustular, o asırlar süren saniyelik sessizliklerden biri geldi, kondu üzerlerine. Solmaz Kubilay’a baktı. Ne güzel bir yüzü var, diye düşündü… Zamansız gelmiş çizgileri vardı, yıllardır birikmiş hüznü, yaşanmışlıkları vardı yüzünün. Gözlerinin rengi kahve telvesinin içine akıp gidiyordu.O zaman fark etti Solmaz o kadına neden bu kadar kızdığını. O kadın umarsızdı. Yaşadığı hayata alışmıştı o, ayaza, soğuğa, kuş pisliklerine kayıtsızdı artık. Solmaz böylelerini sevmiyordu. Belki biraz da kendini görüyordu böylelerinde. Kayıtsız kalmaktan, en çok da kendine alışmaktan korkuyordu, değiştiremediği hayatına bakıyor onlardan bir farkı olmadığını düşünüyordu. Kubilay öyle değildi, anlamıştı.
“Ne oldu, ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Güvercin satmayacağım artık.” dedi Kubilay. ”Buraya seni görmeye gelirken düşündüm taşındım ve kapının önünde oturmuş seni beklerken hayatıma yeni bir sayfa açmaya karar verdim.”
“Eee…”
“Eeesi artık adı olan bir iş yapacağım.”
Solmaz kocaman bir kahkaha daha attı. “Benim kapımın önünde çekirdek yerken böyle bir karar aldın demek.”
“Hımm. Ne var bunda gülünecek.”
“Yok, bir şey tabi de. Ne bileyim. Benim kapımın önünde böyle bir karar alman tuhafıma gitti. Ben öyle insanın hayatını değiştirmesi için ilham verecek biri değilim. Baksana elle tutulur bir şey yazmamın üzerinden bile neredeyse beş sene geçti.”
“Kendinle uğraşma bu kadar. Hem nereden bileceksin. İnsanların hayatları öyle bir yerden, yeniden başlıyor ki bazen… Hay anasını be, ne laf ettim ama. Müzik açsana.”
Solmaz şaşkınlıkla “Olur.” dedi. Kalkıp radyoyu açtı. Her zaman eski, hüzünlü aşk şarkıları çalan radyosunda bu gün hiç bilmediği bir klasik müzik parçası vardı. Kubilay’a baktı. Kubilay omuzlarını silkti: "Kalsın öyle," dedi. Bir süre sessizce çalan şarkıyı dinlediler. Sonra sessizliği bozan Kubilay oldu.
“Aslında ben sana bir hikâye anlatmaya geldim.” dedi.
“İyi, madem geldin bu kadar, anlat bakalım.”
“Uzun bir hikâye ama…”
“Hımm, neyle ilgili?”
“Hayatını başka bir yerden, yeniden başlatmak isteyen bir adamla ilgili…”
“Oo, çok ilginç. Öyleyse ben sana bir kahve daha yapayım.”
“Olur.”Kubilay, Solmaz’ın onu birden böyle kabullenmesine şaşkın ama memnun gülümsedi. Solmazsa mutfağa gidip kaçık misafiri için yeni bir kahve hazırlarken düşünüyordu. Neydi şimdi bu yaptığı? Çok da kızamadı kendine. Sanki çok içinde, çok derin bir yerde biliyordu bu adamı. Sanki çok derinde bir yerde sevmişti. Yanında durdukça daha çok tanıyordu sanki onu.Kahveyi kendi içtiği gibi hazırladığını sonradan fark etti. Kanepenin en köşesine oturmadı bu sefer.Kubilay o gelince, hiçbir şey demeden anlatmaya koyuldu.
“Ben Ankara’da doğmuşum, diye başladı. Çocukken…”
Anlattı, anlattı, anlattı…Bazen boşluklar kaldı Kubilay’ın hikâyesinde. Solmaz tamamladı. İkisi de şaşırmadılar. Hele Solmaz, hiç şaşırmadı.Güldüler, gülüştüler. Bazen Solmaz’ın gözleri doldu, bazen Kubilay derin derin baktı Solmaz’a. O,onu dinledi. Hikâye gece yarısına kadar sürdü, uzadı gitti. Ama her hikâyenin sonu gibi Kubilay’ın da hikâyesinin sonu gelmişti.
“Eee, işte Solmaz Hanım benim hikâyem bu kadar.” dedi ellerini iki yana açarak.
“Gidecek misin şimdi?”
“Çok bile kaldım. Bir kahve içimliğine gelmiştim.”
“Bu gece burada kal.” dedi Solmaz hiç düşünmeden.”Gitme.”
“Gelirim yine, ben hep buralardayım. Bak, mesela kafana bir güvercin sıçarsa, anla ki Kubilay buralarda birazdan çıkıp gelecek.”
Güldüler. Solmaz gitmesini hiç istemiyordu. Giderse her şey eski haline dönecekti. Yine şu dört duvar arasında kendiyle uğraşıp duracaktı. Umarsız insanlara kızacak, acımasızca kendi hayatını yargılayacak, en kötüsü yine yalnız kalacaktı.Kubilay toparlandı. Pardösüsünü giydi. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki Solmaz elini tuttu.“Gitme, lütfen” dedi yalvarırcasına. Utanmasa yalvaracaktı zaten. Kubilay tereddüt bile etmedi, öyle güzel baktı ki Solmaz’ın gözlerinin içine. Gitmeyecekti, anlamıştı Solmaz gitmeyeceğini. Pardösüsünü aldı üstünden. Elinden tutup az önce kalktıkları kanepeye geri oturttu onu.“Anlat hadi.” dedi hevesle.
“Ne anlatayım ki Solmaz?”
“Ne istersen, yeter ki gitme.”
Kubilay gülümsedi, başladı yeniden anlatmaya. Anlattı, anlattı, anlattı… Solmaz kedi gibi dibine kadar sokulup da dinledi onu. Anlattıklarının çoğunu duymadı bile. Aklına kendi hikâyeleri geldi. Kendiyle ilgili güzel şeyler düşündü, kendi çocukluğunu, kendi yaşadıklarını, yaşamadıklarını, belki de yaşayacaklarını.Solmaz çalışma masasının üzerinde gözlerini açtığında hava ağarmak üzereydi. Doğruldu, gerindi, etrafına bakındı. Daktilosunun yanı başında üzerleri yazılı, sayfalarca kâğıt buldu. Yarısı yazılmış bir kâğıt da daktilosunun üzerinde duruyordu öylece. Gülümsedi. Daktilonun diğer yanında da dibindeki kahve bitmeden soğumuş bir kahve fincanı vardı.Fincanı aldı. Mutfağa gidip kendine bir kahve yaptı, bir iki lokma bir şeyler yiyip dışarı çıktı. Kapısının önü oraya buraya savrulmuş çekirdek kabuklarıyla doluydu. Güldü. Dudağına kondurduğu bir ıslıkla güvercinli parka gitti. Yem satan kadının gelmesini bekledi. Kadın gelince bir avuç yem aldı ondan. Hafifçe esen rüzgârın yönüne doğru savurdu yemleri. Sonra da keyifle, etrafına üşüşen güvercinleri izlemeye koyuldu…

Konya Çalı Kültür Sanat Dergisi - 2008 Mart - 100.Sayı

Yorumlar