Neymiş...

Neymiş, bundan sonra başucumuzdaki komodinin üstünde kitap bulundurmuyormuşuz. Neymiş, sevgili arkadaşlarımızdan biri koltuğumuzun kenarına oturmuşken, biz boş bulunup ayağa kalkabilir, bir diğer sevgili arkadaşımızın komodinin üstüne koyduğu kahve fincanını kitaplarımızın üzerine devirmesine sebep olabilirmişiz.
O kitaplardan biri, yazarı olan sevgili hocamızın, bizim için imzalamasından dolayı kıymetli bir kitap olabilirmiş. Bir diğeri de sadece Can Yayınları’na ait kırmızı kalpli beyaz kitaplardan oluşan rafta, altı kahve lekesi olmuş artık çirkin bir Pascal Quignard kitabı olabilirmiş. O hırsla önce koltuğun kenarına oturduğu için dengesini kaybeden arkadaşıyla, ardından kahvesini komodinin üzerine koyan arkadaşıyla, ardından da bizzat kendisiyle kavga edebilirmiş insan. O hırsla burnundaki kahve kokusunu yok etmek için koca bir limonu kabuklarıyla yiyip midesini bozabilirmiş. Sonra da bir hafta içinde art arda kaybettiği iki beta balığını klozet deliğinden balık cennetine yollarken “bile” değil de, iki kitabı kahveyle ıslandı diye ağlayabilirmiş. Sırf kahve lekesi yüzünden geçmişine dair tuhaf çıkarımlar yapıp gözyaşı dökebilirmiş. İnsan sırf bu yüzden çok, çok, böyle acayip, tarifsiz bir şekilde sinirlenebilirmiş yahu. Zamanı geri alabilse o kitapları oraya koymayacağını hesap edermiş. Kapıları çarparmış, saç tokasını kırarmış… Çok kızarmış, çok…
İnsan yaparmış… Sanki o kahve o kitaptaki insanların üstüne dökülmüş gibi kendini sorumlu kılarmış bundan. Bütün sorumluluklarını pervasızca bir yana bırakıp bir yığın kâğıt için hem kalp kırar, hem de oturup bunları yazarmış.
Bazen insan kâğıtlardaki ruhları, siluetleri, onlarda yaşayanları daha mı çok severmiş ne…
Yoksa başka bir şey mi bu kızgınlığın sebebi, bilmezmiş…

Yorumlar