Dear Frankie / Sevgili Frankie

Mektup temalı kitaplar ve filmler merakıyla tesadüfen ilgimi cezbeden bir filmden bahsetmek istiyorum. (Bu arada merakıma hizmet eden çok güzel iki kitap hediyesi aldım. Biri Rimbaud’nun Mektupları diğeri de Renée Vivien’den Kerime’ye Mektuplar. Bu sayfalardan not alanlar varsa diye belirtiyorum. Bunları daha sonra filmler ve kitaplar başlığıyla listelemeyi düşünüyorum.)

Filmin internetten edinebileceğiniz kısa öyküsü şöyle: Lizzie, 9 yaşındaki oğlu Frankie'yi babasından ve onla ilgili gerçekten korumak için sürekli olarak taşınmaktadır. 

Kendini bildiğinden beri farklı yerlere taşınan Frankie sağırdır ve babasının Accra isimli bir gemiyle denizlerde seyahat ettiğini zannetmektedir. Oysa Lizzie, oğlunun babasıyla ilgili gerçeği öğrenmemesi için babasının ağzından mektuplar yazmakta, gittiği yerlerdeki maceralarını anlatmaktadır. 

Fakat bir gün gerçekten var olduğunu bilmediği Accra gemisinin yeni taşındıkları sahil kasabasına yanaşacağını öğrendiğinde işler Lizzie için karmaşık bir hal alır. Bir yabancı bulup bir günlüğüne Frankie'nin babası gibi davranmasını istemek zorunda kalacaktır... Kaynak: (http://www.sinemalar.com/)

İngiliz yönetmen Shona Auerbach’ın tek uzun metrajli filmi olan Sevgili Frankie 2004 yapımı başarılı ve naif bir dram. Uluslararası birçok festivalde ödül kazanan film öncelikle bir TV filmi havası ve böylesi ancak filmlerde olur hikâyesi nedeniyle gözlerden kaçsa da anlatı tekniğiyle ve duyarlılığıyla ön plana çıkıyor. Dolayısıyla inandırıcılığı ve naifliği filmi türdeşlerinin üst sıralarına taşıyor.

Filmin bir kadının elinden çıktığı hayli belli… Frankie’nin babasına ne oldu, neden sürekli taşınıyorlar, Frankie’nin babasını oynamaya gönüllü denizci aslında kim, gibi sorular aslında sadece ilgiyi tutmak adına dikkatli izleyicinin çok da önemsemediği meseleler haline geliyor.  Auerbach film boyunca izleyicisinin karakterler arasındaki iletişime ve duygusal yakınlığa odaklanmasını istiyor. Uzun sessizlikler, portre çekimleri ve yağmurlu manzaralarla bu dileğinin altını da sıklıkla çiziyor. Altında ciddi bir dram barındırmasına rağmen hikâyeyi bir şekilde duygu sömürüsü yapmaktan çok başarılı bir şekilde uzaklaştırıyor. Nitekim sağır ve dilsiz olmasına rağmen özgüveni yüksek ve mutlu bir çocuk, içe kapanık, gösterişsiz, sıkıntılı, güvensiz karakterine rağmen çocuğuyla ve etrafıyla pozitif ilişki kurmakta becerikli bir anne, olgun, güçlü, korumacı fakat çılgın ve çocuksu bir anneanne karakteri görüyoruz. 

Filmin başrollerini Emily Mortimer, Gerard Butler, Marry Riggans, küçük oyuncu Jack McElhone, İskoçya’nın yağmurlu liman kasabası Greenock ve Accra isimli gemi paylaşıyorlar. Özellikle Lizze karakterini canlandıran Emily Mortimer çok başarılı bir performans sergiliyor. Filmin karakter seçimindeki tek sorun Gerard Butler gibi görünüyor. Çünkü Butler kendi için çizilen nispeten basit bir karakteri gayet gerektiği şekilde canlandırmasına rağmen böyle bir film için çok gösterişli ve dikkat dağıtan bir oyuncu oluyor. Önceleri gelmişi geçmişi belirsiz, sıradan ve fazlasıyla sessiz bir denizci imajı çizen yabancının içinden çıkan müthiş duyarlı baba Butler’ın muhteşem karizmasını da üstüne alınca kadın izleyicinin bütün odağını değiştiriyor. Kendi adıma Butler’ın baba karakterinden daha çok etkilendiğimi ve kendisinin cisminden büyülenmeyi çabucak bırakıp böyle de bir baba istiyorum arzusuna kapıldığımı söyleyebilirim.

Sonuç olarak böylesine basit ve gerçekten uzaklaşması mümkün bir öyküyü bu kadar ince bir duyarlılıkla, sıkmadan, asıl meselesinden uzaklaştırmadan, abartılı tek bir ifade kullanmadan anlatabilmek Auerbach’ın başarısını ön plana çıkarıyor. Ancak yönetmenin Sevgili Frankie’den sonra yapılmış hiçbir çalışmasını görmemek üzücü. 

Özellikle şu yağmurlu gelmez bahar günlerinde evde sinema keyfi yapmak isteyenler için Sevgili Frankie çok iyi bir seçim olacaktır.

İyi Seyirler,

(Not: Buradan filmin detaylı bilgisine ve öyküsüne ulaşabilirsiniz ancak ciddi anlamda spoiler içermektedir. Dolayısıyla pek önermiyorum ama tercih sizin.)

Yorumlar

serhat dedi ki…
sevgili frankie nin konusu bence çok naif. filmi izlemedim ama güzel bir teknikle çekilmişse insana kendini hatırlatabilir. sinema zaten bir dildir. noktalardan evren yaratır. düşlerden salıncak, kederlerden deniz, buhulu camlarda orman, kadından bir cennet yapma sanatıdır. Truffaut ya inanıyorum: "sinema kadını anlatma sanatıdır" diyor ya. haksız mı?

bu arada aurebach ın bir hazırlık evresinde olduğuna inanmak istiyorum. bir de yalnız olduğuna. yoksa bir film daha çekmenin tarifisz arzusuna karşı koymuş olamaz.