Anlatmak


İlk şiirimi yazdığımda Körfez Savaşı vardı. O zaman Terminatör de vardı. Saddam Hüseyin’in cıva adam T-1000 gibi olduğunu sanıyordum. Red-Kid çizgi romanları ve Fatih Kısaparmak’ın Kilim kasedi en değerli hazinemdi. Ninja Turtles’daki favorim maskeli Shredder’dı. Red-Kid’in evlenmesi ve çocukları olması için dua ediyordum. Shredder’ı hiç olmazsa birinin sevmesini istiyordum. Fatih Kısaparmak’ın sevdiğine sözünü kilime nasıl dokuduğunu merak ediyordum. Babaannem ve halalarım kilim dokurlardı ve ben kilimlerin üstüne bir şey yazdıklarını görmediğim için onların kimseyi sevmediklerini düşünürdüm. Şarkılar o zaman da önemliydi, kötü adamlar çok yalnızdılar, onları birileri severse belki kötü adam olmazlardı. 

GÜLLER
Ne güzeldir güller
Dans ediyor sanki
Benim gülüm pembedir
Ne hoş değil mi
Sarı, kırmızı, pembe, beyaz, mavidir benim güllerim
Güller

Okullu olduğum ilk baharda yazdığım ilk şiirdi.

İlkokul öğretmenim bir şiir defteri tutmam gerektiğini söylemişti. Babamdan bana bir şiir defteri almasını istedim. Babam bana siyah deri ciltli, sarı çizgisiz kâğıtları olan, kırmızı şirazeli bir defter getirdi. Defterin cildinde altın yaldızlı boyayla işlenmiş bir hokka ve divit resmi vardı. Öğretmenim defterimi ilkokul birinci sınıfa giden bir kız çocuğu için fazla ciddi bulmuştu. Bana göreyse pembe kokulu kağıtları olan Sindy ve Barbie’li defterler daha büyük ciddiyet taşıyordu. Çünkü Sindy ve Barbie’ler memeli, yetişkin kadınlardı ve yetişkin kadınlar için olmalıydılar. Sindy ve Barbie’lerden çocukları olan yaşıtlarımla anlaşamayacağıma dair bir ön yargı taşıdığımdan hiç kız arkadaşım yoktu. Sadece lahana bebekleri evlat edinen kızlardan hoşlanıyordum.

Şiir defterime kendinden taşmış çocuk ciddiyetiyle her biri bir yıla mahsus olmak üzere, öğretmenimin hediye ettiği ciddi dolma kalemle dört şiir yazdım. İlkokul dördüncü sınıfta “hepimiz kardeşiz” temalı son şiirimi yazdıktan sonra şiir yazmakla kardeş sahibi olamayacağımı anladım. İstediğim her şeyi layıkıyla anlatamadığıma karar verip öykü yazmaya giriştim. İlk öyküm balerin olmak isteyen bir kız hakkındaydı. Kız bunu babasına söylemek istiyordu ama babasını bir türlü göremiyordu. Çünkü babası işten döndüğünde o uyumuş oluyordu, o uyandığında ise babası çoktan işe gitmiş…

Annem bu öyküye güldüğünde ben ağlamıştım. Çünkü bence bu hüzünlü bir öyküydü. Ve ben hüzünlü bir şeye gülünmesini istemiyordum. Hüzünlü bir şeyi hüzünlü yazamadığıma kanaat getirmem için annemin her şeye gülmediğini bilmem yeterliydi. Böylece resim yapmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Sonra iyi bir ressam olamayacağımı anlayıncaya kadar resim yaptım. İyi bir ressam olamayacağımı -kendi kendime- anlamasaydım, anlatmak istediğim her şeyi anlatabiliyordum. O zaman sadece anlatmak istiyordum. "Kimse anlatmadan" anlamak bütün dengeleri bozuyordu.

Konuşmanın daha iyi bir fikir olduğunu anladığımda ise liseye gidiyordum. Ama lise hayatımı ne söylediği anlaşılmayan biri olarak geçirdim. Çünkü konuşurken anlatmak istediğim şeyi kurgulayacak kadar vaktim olmuyordu. Hemen bir şey söylemem gerektiğinde doğru şeyi söyleyemiyordum. Oysa yazarak ve çizerek söylemek için hep vaktim vardı.

Üniversiteye başladığımda boş boş bakmanın her şeyi doğru anlattığına karar verdim. Boşluğu her şeyle doldurmak mümkündü. Böylece herkese kendi anlamak istediğini anlatabilirdim. 

Şimdi ise bir şey anlatmanın en iyi yolunun hiçbir şey söylememek olduğunu düşünüyorum. Kimse “bir şey” anlamak zorunda olmadığından “her şeyi” anlatmış olmanın ümidi var.

Şu kilimin dilinden ancak anlayanın okumasını ezbere bilmem var. Şarkı söylemeye "kendiliğinden bir anlamaktan" ötürü girişemedim.

Anlıyor musun?

Yorumlar

mesed hanım. dedi ki…
İrem, canım İrem,

Birbirinden bağımsız ve uyumsuz birkaç yılımı gördüm yazını okuyunca.

Edebiyatı lisede, hiçbir şey olmamayı üniversitede öğrendim.(hatta bir bölüm bile okumuş olmamayı)

Edebiyat Hocam gençliğinde tuttuğu şiir defterlerini sınıfımıza dağıtırdı. Bize de bu tarz defterler tutmamızın gerektiğini söylerdi. Uzun uzun gördüm o defterleri. İngeborg Bachmann adını ilk onun defterinde görmüştüm. Geçen ona da anlatıyorum 'hocam, siz olmasaydınız ben onu nasıl tanımayacaktım diye.'

"Bakışlarını kaldır ama bakma bana."

Defter tutmaya hala devam ediyorum. Bu kez daha umutsuzca.
Doris Lessing hesabı altı defter.
Üzerinde durmayı hiç beceremediğim, ölecek gibi duran dizelerle sayfalarının çoğunda bozulan yazımla beraber...

ve Kilim'i ortaokulda müzik öğretmenimiz okutmuştu Pınar'a ilk.

Gözyaşlarıyla teşekkür ediyorum.
Uzun uzun yazmak istiyorum sana.

Kendine hep iyi bak.
İçtenlikle,