Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin sonsuza kadar var olmayacağını gerçekten anladığımda yaşım on üçtü.
Buharlaşıp kaybolma isteğimin
iyice yükseldiği o yaşımda kendimi kucağına attığım güvenilir evimin, yürüdüğüm
sokakların, oyun aralarında su içmek için kapıları çalınan komşu teyzelerin, bayramlarda
harçlık veren bastonlu dedelerin, okula birlikte gidilen arkadaşların, en
önemlisi ilk dostların…
Depremden sonra kendisinden haber
alınamayan ya da öldükleri bildirilen öğretmen ve öğrencilerin isimlerini
duyuran listelerde tanıdıklar bulmayı da kanıksamıştım.
Evlerini kaybedenlerin sığındığı
çadır kentlerden birinde O’nunla karşılaştığım anı defalarca tekrarlayarak ezberledim.
Çünkü ölüm haberi almaya alıştığın bir anda karşına öldüğünü sandığın birinin
çıkması, 13 yaşındaki biri için ölü olan herkesin geri dönebilme ihtimaline
edilebilecek mucize bir dua gibidir.
Kayıplarıyla yaşamaya alışmak
istemeyenler gibi bu şehirden gideceklerini biliyordum. Beni hatırlasın diye O’na en sevdiğim iki kitabımı verdim. Ve sonraki 13 yıl boyunca O’nu hiç
görmedim; O'ndan hiç haber almadım.
Ama ezberlediğim duayı defalarca
tekrarladım.
O, tam 13 yıl sonra bu şehirden
kilometrelerce uzaktaki bir şehirden sadece hatırladıkları için birkaç saatliğine
çıktı ve geldi. Herkesin ve her şeyin 13 yıl içinde değişmesine zerrece ihtimal
vermemesiyle zerrece değişmemiş biri olarak karşıma dikildi.
Kaybettiği, kaybetme ihtimali duyduğu
her şeyi cesurca bulup karelemeyi, kayıpları anımsanabilen en güzel biçimleriyle sahiplenmesini, hatırlayamam sandığım güzel
yüzünde -bakışlarımı kaçırarak- şaşkınca izleyip durdum.
Ölen arkadaşlarımızın ailelerine
ulaşmış, onlara çocukça anılarımızı anlatmış, kayıp acılarının yerlerini
okşayarak sızlatmış, artık yerinde yabani otlardan başkası olmayan evine bakmış, mezarlarla konuşmuş ve her şeyi geometrik anımsama biçimleriyle biriktirmiş halde karşıma dikilmesine gözlerimi kapatmak isteyişimin acizliğiyle
bakakaldım.
Ben senin mezarını görmeye
cesaret edemedim, ailenin benimle görüşme çabalarını defalarca reddettim, zorla
elime tutuşturdukları yıkıntı izli tek fotoğrafına bakmadım, bana yazdığın yeni
yıl kartını ve ders çalıştığımız kâğıtları görmeyeceğim yerlere sakladım, sana
yazdıklarımı yaktım, birlikte sevdiğimiz şarkıları bir daha hiç
dinlemedim, ayva tatlısı yemedim… Artık
olmayan evinin artık çalmayan telefon numarasını defalarca ve yıllarca çevirip
durdum.
Senden bahsetmedim.
Ölenlerin başkalarında
ve anılarda yaşadıklarına öylesine inanmıştı. Bense bir gün geri döneceğine…
Seni ve diğerlerini anımsadığı
her defa ağlamıştı. Bense ağladığım yerlerden hep kovmuştum seni anımsamaları…
O, benim hatırlamadıklarımı
hatırlıyordu. Bense O'nun unuttuklarını…
Her dakikasını fotoğraf
kareleri yaratarak geçiriyordu. Ben kendimi hiçbir yerde istemezken O beni de orada istiyordu. Hepimizi böyle yaşatıyordu
işte. Bense bir gün döneceğine inanarak tekrar tekrar öldürüyordum
seni.
Bütün bu anımsamalardan O ve benim ortakça anladığımız tek
bir şey vardı: Kaybetme ihtimalimiz olan hiçbir şeye bağlanmamalıydık. Onlar geometrik biçimli anımsamalar olmadıkları sürece... Kendimizi kaybedene kadar...
Bugün en çok senindi...
Bugün en çok senindi...
Ve O'nun güzel yüzünden bugün, 13 yıl sonra sadece benim anladığım tek bir şey vardı:
Sen O'nun gibi dönmeyecektin.
Yorumlar