Oscar, Bafta,
Golden Globe, Cannes gibi sinema dünyasının en dikkate tabi müsabakalarından
birçok adaylık ve ödülle dönen Onur Savaşı geçtiğimiz yılın en çok konuşulan
filmlerinden biriydi. Son dönemlerde vukuatlardan çok duygu durumlarına yönelik
filmlere prim veren sinema ödülleri camiası için Onur Savaşı dört başı mamur
bir çalışma olmasının yanı sıra bıçak sırtı bir konuyu iç kanırtan bir biçimde
biliyor.
Onur Savaşı ‘nın iyi bir ses ve
tonlama ile okunmuş sıradan bir hikâye gibiliğinden yola çıkarsak kusursuz bir
film olduğunu söylemek zor ama muazzam bir Mads Mikkelsen gösterisi olduğu
kesin.
Az nüfuslu bir kasabadaki anaokulunda yardımcı öğretmenlik yapan Lucas, en
iyi arkadaşının küçük kızı tarafından ilgisine karşılık bulamadığı için taciz
imalı bir yalanla suçlanır. Küçük bir çocuğun küçük bir yalanı küçük bir
kasabayı kitle histerisine boğar ve şüphe herkesin içine bir virüs gibi
yayılır. O dakikadan sonra Lucas kasabalı için bir cüzamlı bir “av” halini
alır.
Çocuk istismarı filmin asıl meselesi gibi dursa da hikâyeyi ayakta
tutmakla yükümlü bir direkten öte nitelik taşımıyor. Ancak Türkiye’deki sinema
izleyicisi için gözlemlediğim kadarıyla meseleyi buradan uzaklaştırmak biraz
zor. İzleyici Lucas’ın kendini savunmak
adına verdiği tepkileri yetersiz buluyor ve taraf tutuyor. Hâlbuki film duygudaşlık
kurma konusunda çok sert bir yerden baskı yapıyor, kimseyi yargılamamız için zorluyor
ve Lucas’a karşı ekilen şüphe tohumlarını izleyicinin içine de serpmekten geri
durmuyor. Bizim ülkemizde inanç daha kuvvetli bir olgu olduğundan seyirciyi
Lucas’ın tarafından çekmek biraz zorlaşıyor.
Bu noktada Mads Mikkelsen’in oyunculuğunun başarısı su götürmez. Hatta
bana kalırsa kendisi sinema için bir lütuf. Aktörün Hanibal Lecter(Hannibal), Le
Chiffre(Casino Royal), Nigel (The Necessary Death of Charlie Countryman) gibi nevrozlu karakterlere, ya da Tristan
(King Arthur), Draco (Clash of the Titans) epik kahraman hikâyelerine çok
yakışan, tekinsiz bir duruşu olsa da sessiz atın tekmesi pek olur naifliğindeki
karakterler Mikkelsen’in oyunculuğunu çok daha ön plana çıkarıyor. Görünen o ki
Mikkelsen’in de tercihleri bağımsız yapımlardan yana ağır basıyor. Bu anlamda
aktörü Jagten’de, Prag’da ve Efter Brylluppet’de hayranlıkla izlediğimi
söyleyebilirim. Mikkelsen ayrıca anadili olan Danca’nın yanı sıra
İsveççe ve İngilizceyi de akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Coco Chanel &
Igor Stravinsky’de Fransızcayı, Akif Pirinçci’nin fantastik bilimkurgu
türündeki romanından uyarlanan Die Tür’de Almancayı ise bilmeden konuştuğuna
inanmak neredeyse imkânsız.
Küçük aktrist Annika Wedderkopp’un performansı da muhteşem. Ancak bu
kadar küçük yaştaki oyuncuların başarısının kendi yeteneklerinden çok
yönetmenin çocuk oyuncu yönetimindeki kabiliyetinden kaynaklandığını
düşünüyorum. Bu durumda Thomas Vinterberg’in
iyi bir oyuncu yönetmeni olduğunu da belirtmek gerek.
Son olarak kötü bir çeviri kurbanı ismiyle Onur Savaşı yağmur sıkıntısı taşıyan
bir hava gibi ağır, rahatsız bir film… Gerilim-aksiyon atmosferi üzerine
kurulmuş sert bir dram. Her bir karesi, her bir göndermesi tekinsizliğini,
şüpheciliğini destekler nitelikte ve ayrı ayrı birer inceleme konusu. En önemlisi Onur
Savaşı izleyici yorumlarını en çok okuduğum filmlerden biri oldu. Bu anlamda yorumlar
üstünden bile sosyolojik bir analiz çıkarmak ve çok şaşırmak mümkün. Her şey
bir yana, sadece bunun için bile izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
İyi seyirler,
Yorumlar