Ben bunu bir zaman yazmıştım. Bir zaman bunun gibi bir şeyi biri benden önce yazmış olsa ona bütün bütün iyi dileklerimi sunardım sanırım. Her neyse, konunun kısacası ve künyesi buradan,şuradan ve oradan edinilebilir. Filmi görmeden ve romanı okumadan bu yazıyı okumaya çalışmak sıkıcı ve şiddetli spoiler tesirinde olabilir, diye bildirdim. Şurada filan da bir şeyler vardı.
Çağdaş
dünya edebiyatının önemli Fransız yazarlarından Pascal Quignard’ın en bilinen romanı olan “Tous Les Matins Du Monde”u (Dünyanın Bütün Sabahları) aynı
isimle sinema filmine uyarlayan Fransız yönetmen Alain Corneau’nun yapımı
haleflerine fark atıyor ve eserinden daha iyi uyarlanmış bir sinema filmi
görmemize olanak sağlıyor.
Edebiyat eserlerinin sinema uyarlamaları okuyucular için hiç bir zaman yeterince tatmin edici olmaz. Kimi okur hayalinde canlandırdığı kitap karakterlerini filmde bulamamaktan, kimi kendisi için önemli olan bölümlerin filmde yer almamasından, kimi de filmde eserin duygusunun tam olarak yansıtılamadığından yakınır. Elbette ki ne okuyucuyu ne de sinema izleyicisini tam olarak memnun etmek mümkün değildir.

Edebiyat eserlerinin sinema uyarlamaları okuyucular için hiç bir zaman yeterince tatmin edici olmaz. Kimi okur hayalinde canlandırdığı kitap karakterlerini filmde bulamamaktan, kimi kendisi için önemli olan bölümlerin filmde yer almamasından, kimi de filmde eserin duygusunun tam olarak yansıtılamadığından yakınır. Elbette ki ne okuyucuyu ne de sinema izleyicisini tam olarak memnun etmek mümkün değildir.
Ancak günümüzde, edebiyat
uyarlaması sinema filmlerinin eserlerin aslından çok daha fazla öne çıkması
sebebiyle bazı eserlerin değerini yitirmesi ve okuyucunun eseri okumak yerine
filmi görmeyi tercih etmesi, uyarlamaların tatmin edici olup olmayışından daha
önemli bir sorundur. Her zaman iyi romandan iyi film, kötü romandan kötü
film çıkmayacaktır. Kaynak-eserle sonuç-eser arasındaki ilişkinin sadakati de kurallara tabi değildir. Konu kazanç elde etmek olunca öncelikler haliyle değişir.
Elimizdeki eser
ve uyarlamada yukarıda bahsettiğimizin tam tersi bir durum göze çarpıyor. Sinema
uyarlamasının yönetmeninin, senaryo ve diyaloglarda eserin yazarıyla birlikte
çalışması ve uyarlamanın eserin yayınlandığı yılda çekilen bir film olması
şüphesiz bu durumda büyük etken oluşturuyor. Ayrıca eserin müzikal bir
biyografiyi içermesi ve neredeyse yarım saat içinde okunulabilecek incelikte
olmasına karşılık filmin 2,5 saatlik bir süreyi kapsaması sinema filminin
eserin aslından çok daha tatmin edici olmasına yol açıyor.
Roman yazarının sinopsis biçimli, detaysız, olay gidişatı üzerine yoğunlaşan ve kısa süreli
diyaloglarla desteklenen anlatısı sinema filminde ayrıntılı bir sanat yönetimi
çalışması ve yazarın kendisinin de üstüne çalıştığı senaryo diyaloglarıyla çok
daha iddialı ve etkileyici bir anlatım sağlıyor.
Edebiyat
eserlerinde psikolojik tahlillerin geniş yer tutması ve bunun sinema
uyarlamalarında haklı olarak yeterli yeri bulamaması çok rastlanan bir
durumdur. Ancak Alain Corneau’nun karakterlerin psikolojik durumlarını,
nesnelere ve yakın portre çekimlerine yüklediği anlamlarla eser sahibi olan
Pascal Quingard’dan çok daha başarılı bir şekilde yansıttığı aşikâr.
Konu
kuşkusuz ki bir film ve roman öyküsü olarak muazzam bir tragedya… Ancak 65
sayfalık bir roman için fazla gösterişli. Viyola enstrümanın yeni yeni
duyulmaya başladığı, 17. yüzyılın ortalarında klasik barok müziğinin önem
kazandığı bir dönemde, karısının ölümüyle inzivaya çekilen ve müzik
çalışmalarını ona yönlendirerek muazzam yeteneğine ödül olarak önerilen şöhreti
tepen bir müzisyenin anlatıldığı hikâye, bir ortaçağ yazarının elinde
çok farklı bir hal alırdı. Bu yetenekli usta ile şan, kadın, para ve kolay
yaşam peşinde koşan, sanatsal yaratma sürecinin derinliğini fark edemeyen
öğrencisinin çelişen kişilikleriyle, entelektüel yaşamın çalkantıları ve
sanatçının kimliği sorunu bir Victor Hugo romantikliğinde daha şık durabilirdi.
Ya da daha önce Goya’nın Hayaletleri ve Amadeus gibi benzer müzik filmleriyle
izlediğimiz bir Milos Forman filminde de daha fazla albeni kazanabilirdi.
Eserin tamamında
Marais ve Colombe arasında geçen diyaloglardan başka düşündürücü ve memnun
edici tasvir içermeyen, okuyucuyu hikâyenin görkeminden uzaklaştıran minimalist
edebi anlatının açıklığını yönetmeninin tasvirleri ve psikolojik durumları
görüntülerle yansıtma başarısı, bir nebze de olsa kapatmayı başarabiliyor.
Eserimiz
anlatısına Sainte Colombe’un yaşadığı mekânın ve karakteristik özelliklerinin
kısa bir tasviriyle başlıyor. Tasviri ve eserin tamamını üçüncü tekil şahıs
ağzından, yani yazarımızın gözlemiyle dinliyoruz. Sinema filminde ise
biyografik çalışmaların anlatıya dâhil olmayan üçüncü kişiler tarafından
paylaştırılması tercih edilmediğinden yönetmen hikâyeyi Colombe’un öğrencisi
Marin Marais’in gözünden anlatmayı seçiyor.
Filmdeki açılış
sekansında neredeyse beş dakika süren bir portre çekimine şahit oluyoruz.
Portrede seyrettiğimiz yüz, Marin Marais’in yetişkin halini canlandıran Gerard
Depardieu’ya ait. Depardieu’nun yüzünde acı çeken bir ifade görüyoruz. Oyuncunun
ifadesi akmış saray makyajı ve karışık perukasıyla destekleniyor. Salondaki
öğrencileriyle konuşmasından Marin Marais olduğunu anladığımız karakterin
acıklı duruşu daha filmin başından izleyici olarak ondan taraf olmamızı
sağlıyor. Marais hat safhaya ulaşan acı çekişiyle öğrencilerine yeni bir ders
vermek istiyor ve hikâyemiz artık Marin Marais’in dilinden anlatılan müzikal
bir öyküye dönüşüyor. Filmin tamamında süren harika bir çello müziği de bize
eşlik etmeye başlıyor.
Kitapta Marin
Marais’ye sempatiyle yaklaşmamıza neden olacak herhangi bir tasvire
rastlamıyoruz. Anlatının başlangıcından itibaren, yazarın üçüncü kişi gözünden,
mekâna ve Saint Colombe’un karakteristiğine yaptığı objektif seyri gözlüyoruz.
Üçüncü tekil şahıs anlatımı sayesinde çok daha nesnel bir hikâye dinlediğimiz
eserde müziği duymamız mümkün olmadığından karakterlerle özdeşleşmemiz daha
uzun bir sürece yayılıyor.
Yönetmen
karakterlerin duygusal durumlarını pekiştirici yakın plan çekimleriyle
nesnelerin anlamları üzerinde özellikle yoğunlaşıyor. Örneğin Colombe’un
viyolasının üstündeki süslemede huzursuz ve gözleri kapalı bir kadın başı
görüyoruz ki bu kadın başı süslemesi Colombe’un ölen eşinin yatağında son kez
gördüğümüz portresine çok benziyor. Aynı şekilde Colombe’un kızı Madelaine’in
viyolasının üstünde yine mutsuz bir kadın başı süslemesi var. Marin Marais’in
Colombe’un öğrencisi olduğu ilk zamanlarda viyolasında hiç bir süsleme
göremiyoruz. Bu da Marais’nin müziğe hocası Colombe’un yüklediği anlamları
yükleyemediğini ve yetersiz kaldığını anlamamızı kolaylaştırıyor. Daha sonra
kralın baş müzisyeni olan Marais’nin şatafatlı viyolasında altın varak kaplı,
saray efradına ait bıyıklı bir erkek portresinin süslemesini fark ediyoruz.
Elbette ki romanda müziği duyamadığımız gibi bu detayları da görmemiz mümkün
olmuyor.
Müzikal
enstrümanlara yüklenen bu anlam filmin son sahnelerinde de gözümüze çarpıyor.
Colombe ve Marais eserin sonunda karşılıklı
viyola çaldıklarında, Colombe’un Marais’den, ölen kızı Madelaine’in viyolasını
çalmasını istemesi de Marais için müziğin anlamının değişmesinin göstergesi
oluyor. Başlarındaki süslemelerle bir tors heykelini andıran enstrümanlar
Colombe ve Marais’nin elinde ölmüş iki kadının bedenine dönüşüyor.
Colombe ilk
defa, ölmüş eşinin hayalini gördüğü kulübesindeki anısını unutmamak için bir
ressama o anın tablosunu yaptırıyor. Tabloda ahşap kübenin duvarı, Colombe’un
önündeki masa, masanın üstündeki hasır kılıflı şarap şişesi, Colombe’un üçgen
kadehi ve gofret tabağının resmedildiğini görüyoruz. Bu tablonun gizeminden
kimseye bahsetmeyen müzisyen kitapta olduğu gibi filmde de sıklıkla tabloyu
seyrediyor ve kulübedeki masasının düzenini değiştirmemeye özenle dikkat
ediyor. Colombe’un inzivaya çekildiği ve kimseyi sokmadığı kulübesine Marais’yi
davet ettiği zaman yine yönetmenin nesnelere anlam yükleme tercihiyle bir
ayrıntı gözümüze çarpıyor. Colombe aynı manzarayı az sonra karısı için çalacağı
bir müzik için tekrar hazırlıyor ancak bu sefer manzaraya ek olarak kendi üçgen
kadehinin yanına daha küçük bir kadehi de Marais için koyduğunu görüyoruz.
Hatta kadehin arkasında yanan mumun ışığı sayesinde Colombe’un öğrencisi
Marais’nin müziğin tutkusunu kavradığına dair inancının pekiştiğine şahit
oluyoruz ki böylece Colombe’un kendisi için çok özel olan bu manzaraya artık
Marais’i de dâhil ettiğini anlamamız kolaylaşıyor. Eserde bu detaya
değinilmezken yönetmen uzunca bir süre masaya yakın plan çekim yaparak
düşüncemizi doğruluyor.
Colombe kitapta
yarısı ısırılmış bir pasta dilimi diye anlatıldığı halde filmde kırık bir
gofret olarak görülen yiyeceğin masasının üstünde durmasını karısının orada
olduğuna dair bir anı olarak anımsıyor. Ancak Marais geldiğinde aynı manzarayı
hazırlamak için gofretleri tabağa koymaya çalıştığında kırılan bir gofreti
elinde parçaladığını görüyoruz ki bu artık karısının hayaletinin onunla
olduğuna dair inancını kaybettiğini gösteriyor. Sanatçının yüzünde kendini
ölüme yaklaştırdığına ve bundan memnuniyet duyduğuna dair bir ifadeye tanık
oluyoruz. Aynı şekilde karısının siluetinin belirdiği kulübe duvarı zamanla,
rutubetli ıslak, kötü görünümlü bir hal alıyor. Yağmur altında gittikçe bozulan
ahşap kulübenin, Colombe gibi ölümüne hazırlık yaptığını anlıyoruz.
1932 doğumlu
Fransız oyuncu Jean-Pierre Marielle müzisyenin karamsar, içe dönük ve tutkulu
karakterini başarıyla canlandırıyor. Marais’in gençliğini oynayan, yakın
zamanda zatürree yüzünden 37 yaşında hayatını kaybeden Gerard Depardieu’nun öz
oğlu Guillaume Depardieu müzisyenin gençliğini canlandırmada vasat bir
performans sergilese de Marais’in oturmamış kişiliğini ve baba oğulun aynı film
içinde yer aldıklarını düşününce izleyici için keyifli bir seyir oluşuyor.
Özellikle Colombe’un büyük kızı Madelaine'i canlandıran 1966 doğumlu
oyuncu Anne Brochet kitapta tasvir edilen Madelaine profilinin aksine çok daha
tutkulu ve çelişkili bir karakteri canlandırmada Mareille ve Depardieu’dan rol
çalacak kadar başarılı görünüyor.
Kitapta ikinci
planda kalan bir karakter olan Colombe’un küçük kızı Toinette filmde de aynı durumu
paylaşıyor. Fakat Toinette’in karakteri filmde kitaptakinden daha naif ve saf
bir kişi olarak resmediliyor. Ayrıca kitapta daha detaylı bir şekilde değinilen
Marin Marais ve Toinette’le ilişkisi de filmde bir ilişkiye dönüşmeden yüzeysel
bir şekilde geçiştiriliyor.
Kitaptaki en
ufak bir detayın bile atlanmadığı ve görüntüye başarıyla aktarıldığı
düşünüldüğünde bir edebiyat eserinin popüler kültüre ve sinema pazarına
hitabetinin eksik kalması yapımcılar acısından kârsız bir sonuç doğuracaktır.
Bu yüzden okuyucuya bırakılmış son yerine izleyiciye gösterilmiş sonu yansıtmak
ticari anlamda daha başarılı bir sonuç sağlar. Kitapta olmadığı halde filmde
yansıtılan bir kareyi de belki de bu bağlamda görüyoruz.
Kitapta Marais
ve Colombe’u küçük kulübede gözyaşları içinde viyola çalarken bırakmamıza
rağmen filmde Marais’i öğrencilerine bu hikâyeyi anlatırken bıraktığımız yere,
yani en baştaki Versaille sarayı salonuna geri dönüyor. Marais hikâyesini bitirip
tıpkı kulübedeki gibi gözyaşları içinde hocasına ait bir parçayı çaldığı sırada
içeri Sainte Cololombe giriyor, öğrencisi Marais’ye bakarak onunla gurur
duyduğunu söylüyor ve Marais’nin kızı için bestelediği parçayı çalmasını istiyor.
Kapanış sekansı yine Marais ve Colombe’un gözyaşları içindeki yüzlerine
odaklanan portre çekimleriyle sonlanıyor.
Filmi kitaptan
çok daha tatmin edici kılan en önemli unsurlardan biri de kuşkusuz üstatların
filmde duyma fırsatı bulduğumuz müzikleri oluyor ki, bir müzik kitabı yazmanın
en büyük zorluğu da müziğin etkileyiciliğini hiç bir ses olmadan kitaba
yansıtma çabası olsa gerek.
İspanyol kökenli
viyola de gamba sanatçısı Jordi Savall’ın kendi müzikleriyle birlikte,
Colombe’un ve Marais’in müziklerinden de derlemeler yaptığı soundrack albümü
bize unutulmaz bir müzik ziyafeti sunuyor. Öyle ki filmi izlemek yerine sadece
dinlemek bile müzik severler üzerinde büyüleyici bir etki uyandırabilir.
Özellikle klasik
barok müziği hayranlarının ve biyografik eserleri sevenlerin keyifle
izleyecekleri bir film ve muhtemelen daha az keyifle okuyacakları bir roman
Dünyanın Bütün Sabahları…
Yorumlar
Kitabı okumadım ama filmi çok beğendim.
Film hakkında neler yazılmış diye bakınırken bu güzel yazınızla karşılaştım. Teşekkür ederim